Pazar, Aralık 20, 2015

YILDIZ SAVAŞLARI

Dün güzeldi. Cumartesiydi. Güzel bir cumartesi. Epey olmuş. Güzel bir cumartesi olmayalı epey olmuş. Uzun zamandır yapmadığım bir şeyler yaptığım günler güzel oluyor. Uzun zamandır görmediğim insanları görmek de güzel. Eğer gerçekten görmek istediğim insanlarsa.
Madem görmek istediğim insanlar onlar, neden bu kadar uzun zamandır görmüyorum onları?
Berra geldi dün. Florya'dan. Ben Kartal'daydım. Florya'dan Kartal'a geldi Berra. Florya ve Kartal nedir bilenler, ne demek istediğimi de bilir. Mesafeyi anlar.
İyi insanları görünce daha hızlı anlıyorum artık ben de.
Büyümek bu mu?
Sadece bu olamaz.
Az var iyi insan. Belki de bu yüzden tanınmaları, fark edilmeleri bu kadar kolay artık.
Berra da onlardan biri.
Güneş vardı. Zaten aslında hep var güneş. Hep orada. Hep yerinde. Sadece bazen biz göremiyoruz onu. Ya da o göstermiyor kendini bize.
Sıra var güneşte.
Her şey gibi, güneş de sırayla.
Seviyoruz güneşi. Davetkar tarafını seviyoruz. Mutlu eden, umut veren bir şeyler var güneşte. Sıcak bir şeyler. Hepimiz gizli paganlarız sanırım. Bize bir şeyler yaptırıyor güneş. Hiç hesapta olmayan şeyler.
Sanki borçluyuz ona. Sanki ona karşı bir sorumluluğumuz var.
Çok insan davetini geri çevirmemiş güneşin. Sokaklar kalabalık. Yine de insandan çok araba var her yerde. Yine de AVM'ler parklardan kalabalık. Zaten AVM'ler de çok parktan, bahçeden, ormandan, ağaçtan.
Ve bu, bizi etmesi gerektiği kadar rahatsız etmiyor. Buna da alıştık.
Yeterince çabalamamak!
Alışmanın yaptığı en derin tahribatlardan biri galiba.
Sinemaya gittik biz de. Parka gitmek yerine, sinemaya gittik.
Yıllar sonra, bu zamanlar, "Star Wars zamanlarıydı" diye anılacak belki. Her yer Star Wars.
Star Wars ve Savaş.
Savaşa da alıştık.
Uzun zaman olmuş sinemaya gitmeyeli. En son seyrettiğim filmi hatırlayamayacak kadar uzun. İlk seyrettiğim filmi hatırlayacak kadar uzun. E.T. idi sinemada seyrettiğim ilk film. Sinemada en sevdiğim film de Braveheart. Okul kırıp gitmiştik. Okul kırmaya değmişti. Dirty Dancing'i de sinemada izledim. Sinemadan çıkınca ben de gittim aşık oldum birine. Herkes öyle yaptı sanıyorum. Film bitmesin hemen diye olabilir.
Bodyguard da sinemada izlediklerimden. Onu izlerken zaten aşıktım. Lisedeydim ve aşıktım. Her liseli gibi.
Lise bitmesin hemen diye olabilir.
Star Wars delisi değilim. Bir koleksiyonum yok. Olanları anlıyorum. Hak veriyorum onlara. Bir erkek çocuğu olduğum için zaafım var ama elbette. Serinin başlangıcında da erkek çocuğuydum ben çünkü.
Sevdim ben Star Wars'u.
İzlerken bana yaptıklarını sevdim. Beni alıp götürdüğü yerleri, bana hatırlattığı şeyleri sevdim. 2 saat için çocuk oldum yine.
Çok istersem çocuk olmayı, çikolatalı süt içiyorum.
Hani, küçük, kırık hatta belki buruk bir gülümseme olur ya bazen insanın yüzünde, ağzında bir şeyler hatırlarken, bir şeyler yaşarken; o gülümsemeyi sevdim ben en çok Star Wars izlerken.
Ayrıca 3 boyutluydu.
Adı değişikti ben onu ilk tanıdığımda. "Yıldız Savaşları" derdik biz ona.
Millenium Falcon, X-Wings, Chewie, R2-D2, C3-PO...hepsini özlemişim. Pilav günüydü sanki. Okul bahçesinde toplanmıştık hepimiz.
Hatta Stormtroopers! O hergeleleri bile özlemişim.
Her okulda vardır "gıcık" tipler.
"Han Solo da yaşlanmış" dedim gördüğümde. Prenses Leia'nın altın bikinisini düşündüm, Leia'yı görünce. Han, Leia'ya, "Saçın değişmiş!" deyince güldüm mesela.
Gözlerim Darth Vader'ı aradı film boyunca.
Ve Luke Skywalker'ı bekledim. Heyecanla. Ve sabırsız.
Bana bunları yapan bir şeyi ben nasıl sevmeyeyim? neden sevmeyeyim ya da?
Lise hayatım çok güzeldi benim.
Sevdim ben seyrettiğim şeyi. Tekniğine, diline, konu örgüsüne bakmadan sevdim. Başka şeyler vardı çünkü bakacak. Daha mühim şeyler, daha duygulu, daha insani şeyler. Sadece 3D gözlük vardı gözümde izlerken. Başka gözlükler takmadım.
"İyi ki gelmiş Berra Florya'dan" dedim. "iyi ki güne açmış, iyi ki sinemaya gitmişiz bu kadar uzun zamandan sonra" dedim.
Sinemaya, yemek yiyenler yüzünden gitmiyorum ben. Sinemada, sinemadaymış gibi, başkaları da varmış gibi yemek yemedikleri için gitmiyorum sinemaya.
Tüm dünyada yasaklanmalı sinemada yemek yemek.
Çok isteyen, mutfağına perde koysun.
Beni yok saydıkları için kızıyorum onlara. Kimseye kızmak istemiyorum artık. Ondan gitmiyorum. Uzak duruyorum öyle yerlerden, öyle insanlardan. Zehirliyorlar beni. Zehri azaltmaya çalışıyorum.
Evde de öyle mi yemek yiyorlar acaba sinemda yemek yiyenler? Gürültülü, özensiz, telaşlı...
40 yıldır açmış gibi. Ve bir 40 yıl daha aç kalacak gibi filmden sonra.
Ben sevdim Star Wars'u. O anı, o an orada olmayı, deneyimin kendisini sevdim. Sevmek için gittim zaten. Kararlıydım.
Sevmeyenler çok oldu. Mutsuz oldu onlar filmden. Onlar da kararlıydı.
"Beklediğim gibi değildi!" dedi bir kadın. Çok istedim ona "Ne bekliyordunuz ki?" diye sormayı ve cevabı dinlemeden oradan, ondan gitmeyi.
Sormadım elbette. Sadece gittim. Dedim ya; zehirden uzak durmaya gayret ediyorum.
Sevmemek için okursak, dinlersek, yazarsak; sevmeyecek çok şey buluruz. Yatkınız buna. Hazırız. Zaten zor geçen hayatlarımızı, bir seviye daha zorlaştırmaya çok hazırız.
Sevmemeyi seviyoruz.
Buna da fena halde alıştık.
Galiba bizi alışkanlıklarımız öldürecek.
Ben sevdim "Yıldız Savaşlarını".

Salı, Aralık 08, 2015

KISA CEVAP


Emre Kınay.
Tekirdağ.
Tiyatro. Sahne. Sanat. Sanatçı.
Tekirdağ belediye başkanı. Cürret.
Güç. Şuur. İhmal. Öncelikler. Gerçekler.
İsyan. Utanma. Cevap.
Daha çok utanma....
Şimdi bunları birleştirip, bir şeyler çıkarmaya çalışacağım. Bir şeyler çıkar mıi gerçekten, bilemiyorum. Ben yine de deneyeceğim. Çıkan şeye bakarız bittikten sonra.
Emre Kınay bir tiyatrocudur. Bir sanatçıdır. Sesi çıkanlardandır. Fikrini söyler, fikrini yazar. İtiraz eder.
Risk alır.
Sayısı azdır bu türün.
Deli bir partizan,deli manyak bir radikal olmadığını düşünüyorum.
Kötüye karşıdır sadece. Kötü kimse, nereden gelirse kötü, ona karşıdır.
Yüzeyde gezinen, hiç dalmayan, dipte olup bitenlerle hiç ilgilenmeyen popçulardan, popçu oyunculardan, popçu sanatçılardan, popçu insanlardan değildir.
Dertlidir. Dert edinenlerdendir. İyi olsun ister her şey. Her şey daha iyi olsun ister. Bunun çok da zor olmadığının, istemekle başlayacağını her şeyin bilir.
İyi adamdır Emre Kınay. İyi de oyuncudur.
Kazandığını işine yatırmıştır. Duru tiyatrodur işi. Onun için de ayrı kavgalar etmiştir.
Falan filan...
Oyunları var. Oyunlarıyla geziyor. Turne denir bu gezintilere. En son Tekirdağ'da idi o ve bir oyunu.
Kendisine ve oyununa tahsis edilen, para karşılığı elbette, sahneyi görünce üzülmüş Emre Kınay. Her insan, her oyuncu üzülür zaten o sahneyi görünce. Fakat her insan, her oyuncu bu üzüntüyü seslendirir mi, videosunu çeker mi, çektirir mi, emin değilim. Herkes bu riski alır mı, dertlenir mi onun kadar, onu da bana sorma. Bu tepkinin yaygın olmadığını, olağanlaşamadığını Türkiye'de sanırım hepimiz biliyoruz.
Konuşan biri olarak, hiç konuşmayanların kefaretini ödüyor aslında Emre Kınay. Konuşanlar çok iyi anladı ben ne diyorum. Herkes konuşsa, konuşanlar bu kadar batmaz göze, bu kadar takılmazlar radarlara.
Listeler misteler...
Sahnenin nesi mi vardı?
Hiçbir şeyi yoktu. Konu da bu zaten. Videosu var ama artık. Videosu oralarda bir yerlerde. Bul izle.
Aslında konu bu değil. Konu Tekirdağ belediye başkanının Emre Kınay'a verdiği, daha doğrusu verdirttiği cevap.
Burada biraz durayım istersen. Seni bekleyeyim. Eğer cevabı okumadıysan, oku öyle devam edeyim?
Olmadı, bunun üzerine de, onu okursun. Hem konu pekişir.
Cevabın detaylarına da girmeyeceğim. Ben, cevabın niyeti ve küstahlıyla ilgiliyim daha çok.
Tekirdağ belediye başkanı CHP'li bu arada.
Bu cevap beni yine haklı çıkardı. Sürekli haklı çıkıyorum.
Bizim çok problemimiz var. Çözümleri de çok basit. Problemlerin en büyüğü de bu: Kimse problem çözmek istemiyor!
Sorunlarımız yapısal bizim. Çözümsüzlükleri hep ondan. Biz hiçbir şeyi çözemeyiz. İstemiyoruz çünkü.
Tekirdağ belediye başkanı ve verdirttiği cevap doğrular bunu.
Okudun mu cevabı? Buldun mu?
Başkan kendini derebeyi sanıyor. Bu çok belli. Tekirdağın ve içindeki her şeyin doğal sahibi zannediyor kendini. O da bir sanrı içinde.
Temel problem bu. Gücü eline geçiren deliriyor. Parti, mevki, statü...Bunlar hiç fark etmiyor. Şuurunu kaybediyor gücü bulan, iktidara yapışan. Ne iş yaptığını unutuyor hemen. Elindeki gücü, insanlar için değil, insanlar üzerinde kullanıyor.
Görev önemli olmuyor hiç, hiç bir şey değişmiyor. Muhtar, apartman yöneticisi, başbakan, cumhurbaşkanı, dernek başkanı, kulüp başkanı, bakan, milletvekili, sınıf başkanı, belediye başkanı...
Son hep aynı mutsuz son.
Denge bozuluyor.  Belki ben de 7/24 pohpohlansam, benimki de bozulur, bilemiyorum.
Belediye başkanlığının bir meslek, bir iş olduğunu unutmuş başkan. Kontrolünü kaybetmiş. Haddini unutmuş. Tuhaf bir cürrete teslim olmuş.
Sayın başkan, siz derebeyi değilsiniz. Türkiye bir aristokrasi değil. Kutsal kandan gelmiyorsunuz. Siz bir belediye başkanısınız.
O kadar! Hepsi bu!
Bir belediyenin başkanısınız. İşiniz bu! Görev tanımınız hizmet!
Daha başka bir şey, daha fazla bir şey değilsiniz.
Hatırlatmak istedim.
Ve sevgili CHP! Toplam 4 tane belediyen var zaten Türkiye'de. Bari oralarda hatasız ol. Farklı ol. Proaktif ol. Örnek ol. Uzak olma. Tahammüllü ol. İş yap. İş bitir. Problem çöz.
Başkalarına benzeme sen de. Herkes gibi olma.
Ben Emre Kınay tarafındayım bu konuda. Zaten başka taraf da yok aslında.
Uzadı. Bitiriyorum.
Keşke siz de hiç uzatmasaydınız. Tartışmanın, tartışılanın zeminin kaydırmasaydınız. Biz buna da çok alışığız ama başkalarından. Keşke konudan sapmasaydınız. Mevzuda kalsaydınız. Odağı bulandırmasaydınız.
Cevabınız çok uzun ve çok hatalı sayın başkan. Her satırına itiraz edilir. 2018'de yenilenecekmiş mesela salon ve hizmet binası.
Olimpiyat mı bu?
2016 yılına yeni gireceğiz başkan.
Çok soğuk cevabınız. Buz gibi. Mesafeli. Çok mesafeli. Ve hiç sevmediğimiz, kurtulmaya çalıştığımız bir dille, bir tonla yazılmış. Üzdü okumak. Lakin hiç şaşırtmadı.
Şu kadarı yeterdi, inanın lütfen bana:
"Emre Bey, notunuzu aldık. İLGİLENİYORUZ"

Pazartesi, Aralık 07, 2015

DOLMUŞLAR ve DEMOKRASİ MAKİNASI


Türkiye bir demokrasi değil.
Buradan başlamak lazım yazmaya ve okumaya. Ben yazmaya buradan başlıyorum. Türkiye bir demokrasi olamaz. Mümkün değil. Teknik olarak, altyapı olarak, coğrafya olarak, geçmiş ve gelecek olarak mümkün değil. Bunda bir şey yok. Sıkma canını o kadar. Onlarca ülke var demokrasi olmayan. O sınıfa dahil oluruz. En azından sınıfımızı biliriz. Bu, "arada kalmışlık", bu "külürel ve sosyal araf" çok beter. Şaşkın zombiler olduk çıktık. Öldük mü, kaldık mı, ondan bile emin değiliz. Böyle zombi mi olur?
Demokrasi olan onlarca ülke de var öte yandan. Hazır ülkeler var. Belki hazır olanlarına gitmek lazım. Çok oldu giden. Çok insanın, çok kalifiye insanın var aklında gitmek. Aklı Greencard başvurusunda çok insanın. Haber bekliyorlar. Uyumadan önce greencard duası ediyorlar. Herkes çile çekmek istemiyor sanıldığı ve söylendiği kadar. Herkes çilekeş olmak için okumadı. Zaten aklı başında olan insan, bile bile çile çekmek istemez. Çile çekmeyi sevmez. Hasta değilse; sevmez. Çile çektirenleri de sevmez hasta olmayanlar. Çile çekmek normal bir şeymiş gibi yapanlardan uzak dururlar hep. Manyak değillerse; uzak dururlar.
"Peki Yunus efendi! Türkiye hiç mi demokratik değil?". 
Bir diktatörlüğe kıyasla, demokratik elbette. Yarım yamalak demokrasi, hiç demokrasiden daha korkunç bence. Var zannediyorsun ama yok. Kafan bulanıyor. Midem bulanıyor sonra. Sürekli bir kandırılmışlık hissiyle dolanıyorsun. Dipte hep bir endişe. Berbat bir şey kısaca. "Demokrasisizliği" tercih ederim, "az demokrasiye". 
Denedik. Olmadı. 
"Türkiye Cumhuriyeti Projesi" olmadı.
Bakıldığında, olmuş gibi duruyor ama olmadı aslında. Uzaktan öyle duruyor. Yakından, içinden gerçek çok başka. Olabilecek olsaydı olurdu 90 küsür yılda. Detaylarla uğraşıyor olurduk şimdi. Süslüyor olurduk onu. Daha da güzel olurdu o zaman. Yıkmaya kıyamazdık. 90 küsür yıl çok uzun bir süre bir şeyler olmak, bir şeyleri oldurmak için. Bir çok insan, bir çok şey 90 küsür yıl yaşamaz bile.
Birinin bunları söylemesi lazım ve de artık. 
Benden daha mühim birinin. Lafı dinlenen birinin. 
Yüksek sesle konuşamadıklarımız tortu oluyor çünkü sonra. Kalıyor. Geç kalıyoruz. Birikiyor. Başımız belaya giriyor seslendiremedikçe bazı şeyleri yüksek sesle. Yüzleşmekten kaçtıklarımız yok olmuyor ki zamanla. Sadece kaçıyoruz biz onlardan. Buluşmalarımızı erteliyoruz. Arıyorlar, açmıyoruz. Bahaneden bol ne var!
Ama onlar hep orada. Bekliyorlar. Vakitleri de var. Çok vakitleri var.
Türkiye bir demokrasi değil. İnsanları demokrat değil çünkü. Biri olmadan, diğeri olmaz. Demokrasi bize pratikte lazım. Sevmemiz lazım, çok sevmemiz lazım onu olması için. Sandığımız kadar sevmiyoruz. Sandığımız kadar önemsemiyoruz. Bir çoğumuz varlığından haberdar bile değil. Bilmediğimiz bir şeye ne kadar ihtiyacımız olabilir ki?
Tanımadığı birini özler mi insan?
Dünyanın sonu değil bu. Kabul etmek lazım. Önünde engeller var Türkiye’nin bir demokrasi olması için. Büyük engeller.
Genetik ve gelenekler. İkisi de değişmez kolay kolay. Bugünden yarına değişmez. Engeller bunlar. Bizden kuvvetliler. Kararı bunlar verecek. Verdi. Veriyor.
Beceremiyoruz biz demokrasiyi. Saygı duruşlarını beceremediğmiz gibi. Oysa ikisi de çok kolay. İnat etmesek, çok kolay. 
Zaten biz neyi becerebiliyoruz ki? Retorik bir soru değil bu. Lütfen bana çok iyi yaptığımız, en iyi yaptığımız, hakkını verdiğimiz ve dünyada da karşılığı olan tek bir şey söyler misin?
Hiçbir şeyi beceremiyor olmayı beceriyor olmamız sana da garip gelmiyor mu? Zor değil mi mesela bu kadar beceriksizlik? Becerikli olmaktan daha zor değil mi?
Yuvarlak bir deliğe, bir küp sokmaya çalışıyoruz onlarca yıldır.
Elimize yüzümüze bulaştırıyoruz. Bir silindire ihtiyacımız olduğunu anlayamıyoruz bir türlü. Yuvarlak bir deliğe bir küp sokamayacağımızı, bunun  teknik ve fiziksel olarak mümkün olmadığını fark edemiyoruz. Uyaranlara kızıyoruz. Hapse filan atıyoruz hatta. Elimizdeki küpü yontuyoruz sürekli. Küpten silindir yapmaya çalışıyoruz. Onu da yapamıyoruz üstelik.
İyi yontucular da değiliz. Ne yonttuğumuzu, ne de, ne için yonttuğumuzu bilmiyoruz. Sadece yontuyoruz. "Yont" diyor birileri. Biz de yontuyoruz. İnanmadan. Şuursuzca. İnanmazsan çok zor. Senin olması çok zor inanmadığın bir şeyin. Çağırsan gelmez inanmadığın şey. Sesini duyuramazsın ona. Duysa da umursamaz.
Zaman kaybediyoruz sürekli. Zamanın da kıymetini bilmediğimiz için, zaman kaybettiğimizin ayırdına varamıyoruz. Zamanın kıymetini bilmeyenlere normal gelir onu kaybetmek. Oysa bu korkunç bir şeydir. Zaman kaybettiğimizi anlamadığımız için, zaman kazanmayı da umursamıyoruz. O kazandığımız zamanla, onu kazansak, neler yapabileceğimizi göremiyoruz.
Zaman geçiyor bu arada. Hızlıca. Durmadan ve beklemeden.
Oy vermek mesela. Karar vermek yani. Karara ortak ya da karşı olmak yani. Çok mühimdir bu demokraside.
Kendini ifade etmek. Düşünürken özgür hissetmek. İtiraz hakkı. Eleştirmek.
Risk almaktır hepsi. Ama insanı canlı kılar. Riskin cazibesi diyorum ben buna. Bir kumarbazı düşün! Baştan sona canlı kılar. Heyecan verir. Bu hazzı bilmiyor çok baskın bir çoğunluk. Çok kalabalıklar bilmeyenler. Kalabalık ve organize. İnsansız işleyemez demokrasi. Onlar olmadan olmaz. Onlarsız olmaz. Bu haz olmadan, bu heyecan yayılmadan olmaz. Zaten yayılsa sel olur halklar. Selin de önünde kimse duramaz.
Marş motoru “özgürlüklerdir” demokrasinin.
Sokağa çıkalım mı seninle vaktin varsa? Soralım mı insanlara bir şeyler. Yoksa hiç bulaşmayalım mı?
Önceliklerini soralım mesela. Özgürlükler, demokrasi, insan hakları, ifade özgürlüğü, sanat, spor…
“Bunlar öncelikler listenizde ilk 10’a girer mi?” diye soralım mı?
Yoksa cevabı bildiğimiz sorulardan vaz mı geçelim?
“Vazgeçenler” çoğaldı. Onları çok iyi anlıyorum.
"Oy verme bilinci", çoğunlukla, "alışkanlık" olarak tanımlanan toplumlarda mesela, demokrasi makinası çalışmaz. Zira bu tip toplumlar, demokrasinin ne olduğunu, kim için olduğunu, onunla neler yapılabileceğini, ne işe yaradığını bilmez.
Demokrasinin olması için, demokrasi olmadan yapamıyor olması lazım kişilerin, toplumların. DNA'sına işlemiş olması, yerine başka hiçbir şey, hiçbir kişi koyamaması lazım.
Demokrasi bir refleks olursa iş görür ancak. 
Hayatının neresinde var demokrasi? Okulda var mıydı? Trafikte var mı? Ailende? Dolmuşta para üstü isterken bile utanıp sıkılan bir toplumda, hangi demokrasi?

“Benim dediğimi dediğin sürece, benim inandığıma inandığın sürece; ne dersen de, neye inanırsan inan”

Sözde demokrasimizin ilk cümlesidir bu. En hasta halidir. Ölmesi gerekir bunun. Ölmeden yeniden doğamaz çünkü. Gücü eline geçiren, kişiselleştirir onu. Kölesi yapmak ister.
En basitinden; tuttuğumuz takımların başkanlarına baksana? Neler söylediklerine, tavırlarına baksana. Başka takımlar söz konusu olduğunda, kendine bak ya da. Bir umut var mı?
Hayatının ne kadarı demokrasi? En son ne zaman kullandın onu? Evden çıkarken, her gün yanına alıyor musun onu? Gittiğin her yere o da geliyor mu seninle cüzdanın gibi?
Demokrasi senin kimliğin mi? Cüzdanında mı duruyor?
Bir belçikalının demokrasiden anladığı şeyle, seninki aynı olabilir mi? Buna izin var mı?
Bir isveçli kadar sık sığınıyor musun ona? Arkana alıyor musun? Sırtını dayıyor musun?
Bir alman kadar güveniyor musun? İlişkiniz sağlam mı o kadar? Özlüyor musun mesela olmadığı zamanlar? Arıyor musun onu?
Sen hala Afganistan'dan farkımız var zannediyorsun.
Zayıflık kabul edilir bu topraklarda aslen özgürlük olan şey. “Yumuşak” gelir bir çoğuna. Korkar pek çokları demokrasiden, medeniyetten korktukları gibi. Kullanmayı bilmediklerinden.
Acıdır bu. Çok acıdır.
Korktukları kendileridir aslında. Noksanlıklarından, yetersizliklerinden korkarlar. Açık vermekten korkarlar. Açıkları çoktur çünkü. Bir kıta kadar çoktur.
Şartları olur demokrasinin. Talepleri olur. Bir kullanma kılavuzu olur.
Böyle değilse şartlar, çalışır gibi yapar makina. Sık sık bozulur.
İş görmez.
"Fiyakalı" bir kelime olarak kalır. Takım elbiseli adamların, haber kanallarında, bültenlerinde ağızlarını doldurmaktan başka bir halta yaramaz. Halbuki çok daha fazlasıdır.
Ve herkes içindir demokrasi. Anlayamadığımız budur bizim. Zaten bir anlasak...anlamaya bir başlasak...anlamanın tadını bir alsak...
En güzel tarafı, adaletidir çünkü.

Türkiye bir demokrasi değildir. Olamaz da. Böyle başladım, böyle de bitireyim.

Salı, Kasım 10, 2015

SONSUZLAR KULÜBÜ

Merhaba Atatürk düşmanı! 
İzninle sana böyle seslenmek istiyorum. Pek itiraz edeceğini sanmıyorum. Zaten sen de kendine böyle diyorsun. Hatta bundan hoşlandığını, bununla gurur duyduğunu, bunun bir marifet, bir kimlik olduğunu düşündüğünü bile düşünüyorum. Elimde yeterince veri var.
Dünyanın en manasız, en temelsiz düşmanlıklarından biri olabilir bu. Düşman olmanın da var onurlu bir yanı aslında. Bu düşmanlıkta bir onur göremiyorum ben. 
Pek makul de gelmiyor. 
Gerekçelerini makul bir dille anlatsan belki dinlerim de seni. Fakat sen anlatmıyorsun. Sen kusuyorsun. Sen kusarken ben seni dinleyemem.
Elbette herkes herkese bayılmak zorunda değil. Eminim herkesin cebinde var bir "Bayılmadığım insanlar" listesi. Bazı listeler çok uzun. Lakin çok hassas bir noktayı atlıyorsun gibi geliyor bana:
Minnet & Saygı. 
Yine de sen bilirsin. 
Biz dost değiliz. Dost olamayız artık biz seninle. O pencere kapandı. Sen kapattın. Beni yok etmek istemiyor olsaydın, beraber yaşardık da güzel güzel. Ama çok istiyorsun. Beni çok yok etmek istiyorsun. Ben kendimi korumaya çalışıyorum senden. Sen beni yok etmek istediğin için yapıyorum bunu. Sen beni düşman ilan ettiğinden beri böyle bu. Benim seninle, senin benimle sorunun olduğu için sorunum var. Bu kıvamı sen istedin.
Sen Atatürk düşmanısın. Ve bu bana gayet saçma geliyor. Saçma şeylerle arkadaş olamıyorum ben. Eminim başka pek çok düşmanlıkların da var senin. İnsan bir kere yatkın olursa düşmanlığa...Hazır olursa düşman olmaya bu kadar... 
Kadına filan da düşmansındır sen. Kadın olsan da düşmansındır. Eğitime, bilime, gelişmeye, haklara, özgürlüklere, konuşmaya, yazmaya, çizmeye, ağaca, eşitliğe, sanata, sanatçıya...Hep düşmansındır sen bunlara.
Tanıştım ben bazılarınızla. Hiç ağaç sevmeyenlerle tanıştım mesela. Ağaç neden sevilmez? Ağaç onlara ne yapmış olabilir? Tekme atmamıştır mesela. Bir insan ağacı neden sevmez? Yeşil olduğu için mi? Gölge yaptığı için mi? Ağacı suçlayanlarla tanıştım ben. Zaten hep ağaç suçlu.
Saçma.
Yine de sana minik bir tavsiyem var:
Atatürk'ün kurtarıp kurmadığı ülkeler var.
Oralara gitsen mesela? Daha mutlu olmaz misin oralarda? 
Düşünsene; hiç Atatürk yok!
Bence olursun. Dün yeterince gerilmedin mi mesela sen? Milyonlarca insan, aradan geçen onca zamana rağmen, hayatı durdururken dokuzu beş geçe, sinirlenmedin mi? Seni sinirlendirmek için yapmadık inan. O kadar mühim değilsin. Kendini bu kadar önemseme. Sen kendi kendine sinirlendin.
Köpekleri severim ben. Kedilerden daha çok severim köpekleri. Karanlık odalarda tutulan, çiğ etle beslenen dövüş köpekleri var. Ne zaman aklıma gelseler üzülürüm. Onları sevemiyorum. Benim sevdiğim köpeklere benzemiyor onlar. Başkalaşmışlar. Makul değiller artık. Akılları yerinde değil. O karanlık ve o etler değiştirmiş onları. Başka bir tür olmuşlar. Onların bir suçu yok aslında. Suç onları karanlıkta tutup, onlara çiğ et verenlerde. Onları bu kadar saldırgan yapan, onları öldürmeye güdüleyen, yok etmeye alıştıran asıl suçlu olan onlar. Bir köpekten, bir canavar yaratan başkaları. Ve aslında köpekler umurlarında değil. Köpek dövüşünde iyi para var.
Bunu yapma kendine. Üstüne bu kadar gelme. 
Beni yanlış da anlamanı istemem. Anla diye anlattıklarımı, tane tane anlatacağım anlatacaklarımı.
Anladın mı?
Bir öfke, bir alay yok yazdıklarımda. Küfür yok. Küfürsüz yazıyorum. Bir çaba var. Senin için çabalıyorum. Sana yardımcı olmak istiyorum. Sen de mutlu olun istiyorum. Bu nefretle, bu kin, bu nankörlükle, bu ülkede zor. 
Sadece 10 kasım değil ki! Bunun 29 Ekimi var, 30 Ağustosu var, 23 Nisanı var, 18 Martı var...
Ya da herhangi bir gün, herhangi yerde de hatirlayabiliriz biz Onu. Hatirlatabiliriz. 
O kadar çok yer, o kadar çok şey var ki Ona borçlu olduğumuz.
Yok yere canın sıkılır. Zaten o kadar nefret ve kötülük seni yeterince yormadı mı? Zehirlenmedin mi daha? 
Zehirlenmiş gibisin.
Seni kim zehirledi, nasıl zehirlendin bu kadar, seni zehirleyen kaynaklar neler, nereden buldun onları, doğruluklarını sorguladın mı, merak ediyorum. Bu kini nasıl, neyle besliyorsun? Her gün mü?
Günde kaç kere?
Burası doğru yer olmayabilir senin için. Bunu bir düşün. Burası Onun ülkesi çünkü. Ona düşman olmayanların ülkesi burası. 

Biz seviyoruz onu. O da bizi çok sevmiş çünkü. Neler yapmış bizim için. Sevmese yapar mıydı? 
Çok sevmiş.
Onun kurtarıp kurduğu ülke burası. Değişmezlerinden biri bu Türkiye'nin.
Değişmezlerinden biri O. 

Bir çok şey değişmiş olabilir. Bu değişenler, sana hırs, umut vermiş olabilir. Hevesini anlıyorum. İnan bana anlıyorum. Daha bir inanmış olabilirsin. Sona geldiğini, sona gelindiğini sanıyor olabilirsin. 
Sanrı bunlar. Yüksek ateş ve nefret yapar bunu. 
Bitince ne, kim başlayacak zannediyorsun? Biz neredeyiz o esnada peki? Duruyor muyuz öyle?
Hiçbir şey yapmadan...
İtiraz etmeden...
Sen bizi hiç mi tanımıyorsun? 
Unuttuğun bir şey var. Ya da aslında hiç bilmediğin: Sonsuzluk!
Sonsuzluk çok başka bir şey. Çok başka bir zaman dilimine geçersin sonsuz olursan. Hiç bitmezsin. Hiç unutulmaz, hiç yanıltmazsın. Dokunulmaz olursun sonsuzlukta. Sana erişemez herkes. Uçsuz bucaksız olmaktır sonsuz olmak. Başladığı ve bittiği yer olmaz sonsuz olanın. O iki nokta arasında kalan yerdir sonsuzluk. Bir sonsuza ancak bir sonsuz müdahale edebilir. Bir sonsuzla ancak bir sonsuz kıyaslanabilir. 
Onu hayatta olanlarla ölçemez, Onu güncel zamandakilerle yarıştıramazsın. Işığı santimetreyle ölçmeye benzer bu. Doğru sonuca ulaşamazsın. 
Herkesin alınmadığı, kabulü çok zor olan bir kulüptür sonsuzlar. 
O da orda. Sonsuz O da. 
Hiç bitmeyenlerden oldu. Hiç unutulmayacaklardan ve hiç yanıltmayacaklardan oldu çoktan.
Bazı insanlar doğdukları an sonsuz olur. Bazı şarkılar gibi. Sonra anlarsın.
Sen, ben yaklaşamayız ona. 
Hele sen...Seni kapısına yaklaştırmazlar kulübün. Zaten sen de pek yanaşmazsın. Oraya, oralara hiç ait olmadığını anlarsın hemen. Bu histen kaçamazsın. Bu gerçek kemirir seni. 
Gerçi seni pek kestiremiyorum. Senin gibilerin garip bir pişkinliği oluyor. Böyle...yapış yapış.
Bir coşku, bir maç sonu sevinci, bir duygusal an değil bu. Bir gerçekten bahsediyorum sana. Sana bir hayal kahramanı anlatmıyorum. Evimin köşesinde kutsal bir yer değil O. Sapasağlam bir gerçek.
Şunu da hatirlatmama izin ver lütfen. Şımarırken aklından hiç çıkmasın bu:
Onun karşısına kimi, neyi koyarsan koy, kaybeder.
Ama kısa, ama orta, ama uzun vadede...kaybeder.

Bana inanmıyorsan, zamanında kaybedenlere sor.
Yendiklerine sor. Yenip kovduklarına!

KURTARAN

Senin Onu sevmen olağan. "Onu çok seviyorum" demen olağan. 
Kurtardıklarındanız hepimiz. Kurtarılan olarak, kurtaranını sevmen olağan.
Ona minnet duyman, Ona borçlu hissetmen olağan. 
Minnet!
En azından bunu borçlu hepimiz.
Borçlularız biz. Hepimiz aynı adama borçluyuz. O adama ve arkadaşlarına. Ona bizden bile önce inananlara. Onun için, bizim için, Onun yanında, Onun emrinde ölenlere. 

Uğruna ölecek biri, bir yer olması güzel insanın. Az kaldı öyle biri, öyle yer az kaldı.
Kurtarılanız biz. Kurtardıklarındanız. Bizi O kurtardı. Esirdik biz. Tutsaktık. Öyle de kalacaktık bir mucize olmasaydı. Ama oldu. O mucize oldu. 
O oldu.
Bizi O kurtardı. Hepimizi. Hepimizin dedesini, anneannesini, babasını, annesini, teyzesini, amcasını, kardeşini, sevgilisini, dinini, adını, örfünü adetini, ağacını, toprağını, evini, yurdunu, tarlasını, camisini, okulunu, denizini, ovasını, yazını, kışını, arkadaşını o kurtardı.
Hele kadınını! Kadınını karanlıktan, yokluktan çekti çıkardı.
İnsanını kurtardı.
Bir ülkede ne varsa onu. Geçmişini, geleceğini O kurtardı. Bir ülkeyi, bu ülkeyi O kurtardı. Yanan bir evden bir çocuk kurtarır gibi. O çocuk gibi, bir çocuk gibi sevmen Onu, çok olağan. Senin Onu sevmen olağan.
Olan bu. 
Bunu ben demiyorum. "Bu oldu" diyen ben değilim. Tarih diyor bunu. Kaybedenlerin yazdığı tarih üstelik. Büyük bir yenilgiyi ve hayranlığı anlatıyor yenilenler. Sorsan, şimdi de anlatırlar. Bizim kadar iyi biliyorlar kime, nasıl yenildiklerini. 
Defalarca. Defalarca kime nasıl yenildiklerini çok iyi biliyorlar. Defalarca yenildikleri için biliyorlar. 
Belki bizden de iyi biliyorlar. Hayranlıkları bundan. Böyle yazıyor tarih. Dünya böyle okuyor. Böyle biliyor. Yendiklerinin hayranlığını kazanmak! Asıl kazanmak bu işte. Kazanmanın en zor ve asil hali bu.
Teknik olarak vaziyet bu. Tarih olarak vaziyet bu.
Kurtardıklarindan olmana gerek bile yok aslında.
Aklin başındaysa, bilincin yerindeyse, biraz tarih, biraz okuma yazma biliyorsan... Onu sevmek olağan. Kolay onu sevmek. Kolaylaştıran yine kendisi. Zoru kolay gibi göstermek meziyetlerinden sadece bir tanesi. Zamanının ilerisinde, çok ilerisinde olması da bir başkası. Nezaketi, özeni, kararlılığı, bağlılığı, öngörüsü, zekası, şıklığı, incelikleri, sertliği...
Çok meziyeti var. Gözlerinden bahsetmiyorum bile. 
Şimdi bile, şimdinin çok ilerisinde.
Bir refleks onu sevmek.
Peki...
O seni sever miydi tanısaydı? Karşılaşsaydın bir yerde, aynı sofrada otursaydın, sohbet etseydiniz biraz, seni tanısaydı mesala...sever miydi? Rahat çıkar mısın karşısına? Sorularına hazır mısın?
Olmanı istediği insan, birey oldun mu sen? Ülke oldu mu onun istediği gibi? Gerçekten kurtarabilmiş mi seni, beni, ülkeyi?
Sonraki savaşları da kazanmış mı? Sen yardım ediyor musun ona? Bitti mi savaşlar? Savaşlar biter mi?
Düşman bitmeden savaş biter mi?
Asıl ölçü, asıl mesele bu. Asıl savaş burada. Rota bu.
Bunu sormalı hep. Bunu hatırlamalı. 
Ve hep doğru cevap vermeli.
Gözleri kaçırmadan.

Pazar, Kasım 08, 2015

SALDIRMANIN GÖRKEMİ

Bokstan çok şey öğrendim. Bir şeylere vurmak eğlenceliymiş. Bir şeylere doğru vurmak eğlenceliymiş.
Yumruğun da doğrusu, iyisi varmış. Doğrusunu, iyisini saklamayı öğrendim.
Beklemeyi öğrendim mesela. Doğru zamanı beklemeyi. Doğru zamanın geldiğini, aradaki farkı öğrendim.
Rahatlatıyormuş gerçekten bir yerlere vurmak. Yastıklara bağırmak gibi.
Gün içinde kaç kere dağıtmak istiyorsun birilerinin yüzünü? Doğru söyle?
Üzerine forklift sürmek istediğim insanlar benim de var. Ama sürmüyorum.
Kimsenin suratını da dağıtmadım epeydir. Zaten birine vurmaya başlarsam durmam kolay kolay bu aralar. Yere yatırırım onu mesela. Kollarını dizlerimin altına alırım.
Ve vurmaya başlarım.
Ellerimdeki kemikler acıyana kadar. Ellerim kan içinde kalana kadar. Vurmaktan yorulana kadar.
O ne hale gelir bu arada bilmiyorum. Ben ondan iyi durumda olurum sanırım.
Peki ya sonra? Sonra ne hissederim?
Geçince ne hissederim?
Bir şeylere vuruyorum o yüzden. Birilerine vurmamak için bir şeylere vuruyorum.
O vurduğum yerlerde kimleri, neleri görüyorum, bir bilsem.
Söyleyemem. Başım derde girer söylersem. Gördüklerimin hoşuna gitmez hiç bu. Onları, yumruk attığım yerde gördüğümü öğrenmek hoşlarına gitmez.
Kimin gider ki?
Dövüyorum onları. Dayak atıyorum onlara. Yorulana kadar dövüyorum. Ellerimde eldiven var.
Odaklanmasını seviyorum boksun. Bana karşı koyacak, bana geri yumruk atacak biriyle boks yapmadım henüz. Yapmayı da düşlemiyorum. Çok sevmekten korkuyorum bunu. Dayak yemekten korkttuğum kadar, çok sevmekten korkuyorum.
Canlandırabiliyorum ama. Karşımda canımı yakmak isteyen biri varmış gibi yapabiliyorum.
Zaten var!
Karşımda canımı yakmak isteyen biri, bir şey hep var.
O benim canımı yakmadan, ben onun canını yakmak istiyorum. Onu pişman etmek istiyorum. Bir daha böyle bir şeye kalkışmadan önce iyice düşünmesini sağlamaya çalışıyorum. Sağda solda anlatmasını istiyorum bunu...beni..
Söylesin istiyorum. Benden uzak durmaları gerektiğini söylesin onlara.
İntikam almak istediğim bir şeyler, zamanlar, yerler, insanlar olmaz olur mu? Var tabi. Herkesin vardır.
Sen artık vahşi birer hayvan olmadığımızı mı sanıyorsun yoksa?
Onlar bilir kendini. Kendilerini tanır onlar. Bana yaptıklarını, yapmadıklarını daha çok hatırlarlar.
Kötüler daha zor unutur. Unutmak istemezler çünkü. Unutmamaya gayret ederler.
Bokstan çok şey öğrendim.
Bütün vücudunu bir yerlere, bir şeylere vurmak için yönlendirmeyi, kendi içindeki o tuhaf uyumu kollamayı, beklemeyi sinsice, odaklanmayı, aynı saniyede saldırırken savunmada olmayı, ikisinin aslında bir tek şey olduğunu fark etmeyi, duygularını ortadan ikiye ayırabilmeyi, telaş etmenin ne kadar ölümcül olabileceğini, yine de hiç beklenmedik bir anda, hiç beklemediğin bir anda atağa geçmeye ne kadar hazır olduğunu, kendine şaşırırken, utanmadan korkarken, canın yanmasın isterken hala nasıl vazgeçmediğini öğrendim ben.
Bir şeylere vurmanın ne kadar güzel olabileceğini...
İnsanın en çok, saldırırken açık verdiğini öğrendim bir de. Saldırmanın o görkemine kapılırsa, tek düşündüğü şey saldırmak olursa, atmak istediği yumruktan başka bir şeyi hesaplamazsa ne kadar savunmasız kaldığını insanın öğrendim.
En tehlikeli şeyin gardının düşmesi olduğunu...
İnsanın tek bir yumrukla düşebildiğini...
Gardın düşer çünkü sen de düşersen. Gardının hali bozulur. Seni koruyamayacak hale gelir. İşini yapamaz. Hiçbir işe yaramaz kafanı karıştırmaktan başka.
Olmayan bir şeyin olduğunu sanarken yapıyoruz hataların çoğunu.
Olmayan şeylere güvenerek...
Güçsüzleşir. O güçsüzleşirken sen zayıflarsın.
Olmayan bir şeyin olduğunu sanarken yapıyoruz hataların çoğunu.
Sen yaparsın bunu. Kendine bunu sen yaparsın. En iyi arkadaşına bunu sen yapsın.
Açık verirsin!
Ve o yumruğu atamazsan, o yumruk hedefi bulmazsa...
İşte en ağır yumruğu o zaman yersin. Hiç beklemediğin anda yediğin yumruklar kadar fenası yoktur. Darmadağın olursun. Burnun, dudağın patlar. Elmacık kemiklerin parça parça olur.
Kibrin yapar bunu sana. Kibrini sen beslersin ama.
Bil kendini. Bunu öğrendim ben bokstan. Kendini tanı. Rakibini tanı. Nerede olduğunu, ne yaptığını bil. Birine, bir şeye saldıracaksan; çok iyi düşün. Çok iyi hazırlan bu saldırıya. Açık verme hiç.
Gardın düşmesin. Gardın düşerse, sen de düşersin.
Perişan olursun durduk yere.


Cumartesi, Kasım 07, 2015

TEORİK ARKADAŞLIK.

Sandığın kadar arkadaşın yok. Hiç yok demiyorum arkadaşın. Elbette var. Arkadaşlarını ve tanıdıklarını ayır birbirinden diyorum. Dediğim sadece bu. Bunu diyorum. Tanıdığın insanlar var senin diyorum. Tanıdığını sandığın.
Birini, daha önce tanımadığın birini, sonra ne kadar tanıyabilirsin ki!
Sana söylüyorum bunu. Sana ve onlara. Kendilerine hiçbir şey söylenemeyeceğini sananlara söylüyorum. Kendini dokunulmaz sananlara. Öyle değil çünkü.
Herkese her şey söylenir.
Haberin olduğu insanlar var senin. Olan bu. Onlardan haberin var. Onların senden haberi var. Birbirinizi biliyorsunuz. Tamamlandığınızı birbirinizle sandığın insanlar var. Bazen bu çok tehlikeli olabiliyor. Arkadaşlık, yanlış insanların elinde çok tehlikeli olabiliyor.
Seni bu aldatıyor. Aldanıyorsun.
İki yüksek bina arasına bir ip geriyorsun mesela bir gün. Bir yüksek binadan öbürüne yürümek var aklında.
Neden mi? İlla bir neden mi gerekiyor?
Peki.
Çünkü canın öyle istiyor. Ya da zorundasın. Ne fark eder?
Tehlikeli bir şeye kalkışmak üzeresin.
Bu çok sık olur.
Yürümek zorundasın çünkü bazen tehlikeli yerlerde ve zamanlarda. Altında bir ağ var sanıyorsun sen. Yine de tehlikeli kalkıştığın şey. Ağa rağmen tehlikeli. Tehlikeli olmadığına ikna edemiyorsun kendini, inandıramıyorsun. Korkuyorsun. Ağa güveniyorsun. "Düşsem de bir şey olmaz" diyorsun. Belki de ipe çıkmadan, ilk adımı atmadan son şey bu kendine söylediğin.
Gözler ileride ve kararlı.
Yüksek sesle söylüyorsun hatta belki de bunu, duyduğundan emin olmak için. Söylediğin şey daha gerçek olsun diye böyle yapıyorsun belki de.
Belki bir dua ediyorsun sonra.
Belki çoktan etin duanı sen.
Belki zaten dua bu söylediğin.
"Düşsem de bir şey olmaz"
Ben hiç dua etmem. Dua bilmem. Ezberlediğim için not aldıklarımı, ders oanları bile unuttum. Uydurduklarım var. Kendi kendime uydurduğum dualar var. Birine bir şeyler söyleme ihtiyacım olduğu zaman uyduruyorum onları. Onları uyduruyor olmam, dualarımı değersiz yapmaz. Daha az gerçek olmazlar. Alay etmek için yapmıyorum ki bunu ben.
Arkadaşların işte o ağ. Aslında ağ mağ yok işte bazen.
Elinde kağıt kalem, sürekli hesap yapan adamdan ağ olmaz.
Kötü arkadaşların kandırıyor seni. Ağ olduğuna inandırıyorlar. Kendileri ağmış gibi yapıyorlar. Hesap bu!
Sonra, sen kendi duanı ederken, kayboluyorlar.
Sen yine de o ilk adımı atıyorsun. Bazen erken, bazen geç fark ediyorsun ağ olmadığını o iki yüksek bina arasındaki tehlikeli yürüyüşüne başlarken. Erken fark edersen şanslısın.
Söylediğinden, kendi duandan vazgeçmiyorsun sen yine de. Tek bir yön olur, tek bir yön kalır bazen çünkü sana. Hala korkuyorsun. Belki daha çok. İp gergin. En ip kadar gerginsin sen de. Birbiriniz anlıyorsunuz.
Düşüyorsun bazen. İpin üzerine kalamıyorsun. Rüzgar ters esiyor, ayağın kayıyor, aklın kalıyor...Düşüyorsun. Sadece yürüyemediğin için yürümen gerektiği gibi, düşüyorsun. Rüzgar doğru esiyor, ayağın kaymıyor, aklın kalmıyor ama sen yine de düşüyorsun.
Sağına soluna bak. Düşenlerle dolu etrafın.
Evet. Ağ mağ yok sen düşerken.
Bir şey olmuyor ama düşsen de. Ölene kadar bir şey olmaz çünkü.
Sandığın kadar arkadaşın yok. Üzgün değilim bunu söylerken. Tereddüt etmiyorum hiç.
Akadaşlarını, kendini, olup bitenleri, olması gerekenleri, olabilecekken olmayanları, neden olmadıklarını görünce anlıyorsun. Görünce tanıyorsun bunu.
Dünyanın sonu değil bu. Başarısızlık hiç değil. Çok arkadaşının olmaması dünyanın sonu değil. Çok değil, yeterince arkadaşın olsun yeter.
Sona gelmedin. Berbat hissettirse de, kıyamet olmadı. Zaman bitmedi. Zaman var hala. sen yok diyene kadar var.
Yanlarından geçip git.. Anlamazlar bile sen onların yanlarından geçip giderken. Geçip gidemezsin sanırlar. Öyle değil ama işte. Kötü, basit bir bilgisayar oyunu gibi. Onlar azaldıkça, sen puan alırsın. Kuvvetlenirsin.
Umursamıyorlar. Mecbur da değiller zaten aslında. Umursuyormuş gibi yapıyor olmalarıyla derdim benim. Çok derdim var hem de.
Seni anlamıyorlar çünkü. Anlamak için de bir şeyler yapmadıklarını anladığın için geçip gidiyorsun zaten sen de. Onları terk ediyorsun. Ayrılıyorsunuz.
İnsan sadece sevgilisinden, seviştiği insandan ayrılmaz.
Hayatından bir şeyleri, birilerini azaltman lazım olur. Bunun için gidiyorsun.
Sandığın kadar arkadaşa ihtiyacın da yok. Tıpkı sandığın kadar ayakkabıya ihtiyacın olmadığı gibi.
Kaç tane ayakkabın var? Kaç tanesini giyiyorsun?
Sadece gördüğün zaman hatırladığın, kutuyu açınca far ettiğin, taşınırken rastladığın ayakkabıların yok mu?
Ben de onu diyorum işte.
Eminim çıplak ayakla çıkmıyorsundur ama sokağa.
Sandığın kadar yalnız da değilsin.
Hiçbir işime yaramayan arkadaşlarım var benim mesela. Kağıt üzerinde arkadaşız sadece. Teoride.
Arayıp söylemeyi düşünüyorum zaman zaman.
"Hiçbir işime yaramıyorsunuz!" demek geçiyor aklımdan.
"Ayrılalım" diyeyim diyorum.
Yanlarından geçip gitmek için.